Post-Yapısalcıları Neden 🐣?
Post-Yapısalcıları Neden 🐣?
20.Yüzyılda insanlığın başına gelen en kötü şey ne faşizm ne vahşi kapitalizm ne de devlet destekli sosyalizmdir. Dünyanın başına gelmiş en zararlı insan olan Michel Foucault önderliğindeki post-yapısalcılardır.

Bir kabile düşünün. Musallat olan bir kurt sürüsü kabile için elbet tehlikelidir. En iyi avcıları öldürebilir, onları vahşice parçalayabilir ve yiyebilir. Hatta belki başıboş çocukları ve kadınları da. Gözle görünen bir tehlike oluştur. Ve tüm varlığımızla, en ilkel dürtülerimizle bu sürüden korkarız.

Oysa bir patojen ise o kabileyi tamamen yok eder. Kabile neyle karşı karşıya olduğunu asla bilemez. Öpüşmek, sarılmak gibi bize zararsız hatta faydalı gelecek eylemlerle patojeni yayar. Böylece söz konusu patojen zamanla kabilenin tüm üyelerini yavaşça, eriterek ortadan kaldırır. Ne yapacağını bilemeyen kabile üyeleri belki de tanrıların gazabına uğradıklarını düşünerek birbirini kurban eder ve suçlar. O zamana kadar işlerini görmüş törenlerin, değerlerin onları korumadığına inanarak lanetler. Çaresizlik, kabilenin sosyal bağlarını, değerlerini de yok eder. Geride ise arta kalanları gömecek, arkalarından ağıt yakacak kimse kalmaz. Kalsa bile alışılagelmiş defin törenleri, kültürleri iğfal edilmiş ve bozulmuştur.

Eğer gözle görebildiğimiz “kötü adamlar”, Stalinist Komünistler, Faşistler ve Girişimci Kapitalistler bu kurt sürüsü ise post-yapısalcılar da söz konusu patojendir. Bize zararsız hatta faydalı gelen eylemlerle yayılır, fark gözetmeden tüm soyut değerlerimizi ve somut bireylerimizi yok ederler. Tüm bunlar olurken patojene karşı mücadele etmek yerine birbirimizi suçlar ve birbirimizi yeriz.

İşte bu nedenle tüm post-yapısalcılar insanlığın iyiliği için görüldükleri yerde vahşice 🐣. Çünkü koyun postu giymiş kurtlar olmanın da ötesinde hepsi sinsi ve ölümcül bir virüstür. İnsani niteliklerimizi sömürerek, içimizdeki iyi bireyler olma dürtüsünü kullanarak bize, kurtların hayal bile edemeyecekleri zararlar verirler. Zayıflıklarının yarattığı ve zorla bastırdıkları öfkeyi, gizli tiranlık dürtüleriyle ortaya çıkarırlar. Değersizlik hislerini, onları değersiz hissettiren yapıları yok ederek dindirmeye çalışırlar. Tam aksi yöndeki söylemleri, ruhlarında bastırmaya çalıştıkları, kendilerinde nefret ettikleri her şeyin bir dışa vurumudur.

Kötülük zayıflıktan doğar. Ancak zayıflığı yeren kötüler, kamp ateşimizi saran bir kurt sürüsü kadar barizdir. Zayıflığı kutsayan kötüler ise asla şüphelenmediğimiz ancak aslında efendimiz olmak isteyen dilencilerdir.

İnsanlığın salahiyeti için Michel Foucault’nun anısı ve işleri lanetlenmeli, yazılarının külleri tuza bulanmalı ve gelecek nesillere asla tekrarlanmaması gereken bir garabet olduğu uyarısıyla aktarılmalıdır.
Verim Üzerine
Verim Üzerine
Verim kökünden dövülerek uzaklaştırılmış, kıyas belirten bir kelimedir. Bir şeylerin sunulmasından çok, kendinden daha alakasız bir birime kıyasla elden zorla çekiştirilmesini anlatır. 

Kefaret yemini etmiş bir din adamı kisvesi altında yeni kutsalımızdır ve zihinlerde kurduğu engizisyonla günlük sorgu ve işkencelerde bulunmaktadır. Kutsal kabul edilen her şey gibi uğrunda çıkılmayacak sefer, dökülmeyecek kan ve ödenmeyecek bedel yoktur.
Bir Mansplaining Denemesi
Bir Mansplaining Denemesi
Soyut kavramlar her zaman konuşarak değiştirilemez. Ayrılmaya kararlı sevgilinizi konuşarak sizi tekrar sevmeye ikna etmeniz nasıl olanaksızsa kimi toplumsal algı ve inançların söylemlerle değiştirilmesi de o kadar zordur. Hatta eksik oldu, çok daha zordur. Çünkü adeta milyonlarca ayrılmaya kararlı sevgilinin eş zamanlı olarak lafla ikna edilmeye çalışılmasına benzer.

O nedenle kadının toplumsal anlamdaki “güçsüz” algısını kimi gazlayan postlar, heştegler ve röportajlarla dönüştürmek de beyhudedir. Yapılması gereken neden “güçsüz” addedildiğini sormak ve bunun cevabını somut eylemlerle değiştirmektir. Burada da kadının “kolay av” algısını değiştirmek önemlidir. 

Caydırıcılık, suç ve ceza kavramıyla iç içedir. Ancak caydırıcılık yalnızca yazılı kanunlardan ibaret değildir. Sosyal stigma, kanun dışı cezalandırılma korkusu da buna dahildir. Burada da en etkili yol caydırıcılığı insanın ucu açık ve geniş hayal gücüne bırakmaktır.

Alacağı cezayı, yargı sürecini kestirebilen, somut olarak caydırıcılıktan haberdar biri kendi kafasında tuhaf bir hesap yaparak yine de suçu işleyebilir. Ancak aynı kişi, belirsiz ve yoruma açık bir ceza karşısında bu kadar pervasız davranmayacaktır.

Kanunlarda bir kadına fiziksel zarar vermenin cezası X yıl olabilir. Fakat söz konusu kadın tam olarak kestirilemeyen zengin biri ise bu “ceza” belirsizdir. Böylelikle potansiyel suçlu, toplu taşımayla evine dönen, çalışan bir kadını kurban olarak seçebilirken 4x4 aracıyla güvenlikli bir siteden çıkış yapan kadından çekinir. İkinci kadın çok daha “açık” giyinmiş olabilir, daha “çekici” olabilir. Hatta yolda hakaret ederek, potansiyel suçlumuzu tahrik etmiş, aşağılamış da olabilir. Ancak şiddete maruz kalma ihtimali ilk kadına göre çok daha düşüktür. 4x4’ündeki kadın çok zengin olabilir, nüfuzlu olabilir ya da nüfuzlu bir erkeğin yakını olabilir. İkinci kadına zarar verildiğinde alınacak “cezanın” önceden kestirilmiş, yazıya geçirilmiş bir dökümü yoktur. Bu belirsizlik çok daha caydırıcıdır. Sosyal eşitsizliğin olduğu yerlerde baskınlık hiyerarşisinde “aşağı”, ya da “güçsüz” addedilenleri koruyan da budur.

Potansiyel suçluyu engellemenin yolu baskınlık hiyerarşisindeki kopukluğu, adaletsizliği engellemekten geçer. Ancak bu söylenildiğinden çok daha zor bir şeydir. Yalnızca kalkınmayı değil, kalkınırken ABD benzeri bir “hiper-kapitalist” sistem kurulmamasını da öngörür. 

Almanya ve Kuzey Avrupa gibi yerlerde organize suç örgütlerinin diğer ülkelerdeki örgütlere göre “zayıf” olmasının nedeni budur. Zira bu örgütlerin bünyesine katacağı baskınlık hiyerarşisinde ezilmiş geniş kitleler yoktur. Suç ve suça dayalı yaşama yatkın bireyler kolaylıkla oluşmaz, oluşanlar da çok daha vahşi sosyal ortamlardan gelen meslektaşlarıyla karşılaştırıldığında “evcil” kalır.

Potansiyel kurbanın korumanın yolu ise bu bahsedilen “soyut caydırıcılık”tır. Çünkü somut, kanuna dayalı caydırma, özellikle potansiyel suçlunun doğduğu ve beslendiği bozuk baskınlık hiyerarşisine sahip ortamlarda etkisini yitirir. Bu ortamlarda kurallar, kanunlar güçlünün yanındadır. O nedenle de mesele kanundan korkmak değil, ondan korkmayacak kadar güçlü olma meselesidir.

Bahsedilen güç ise cinsiyet, etnisite vb. şeylerden aslında bağımsızdır. Bunlar değiştirilebilir, “maske” güç unsurlarıdır. Belli bir ülkede gücü temsil eden bir etnisite başka bir yerde anlamsızdır. Hindistan’da üst kasttan olan biri başka bir ülkede aynı saygıyı elbette ki görmez. 

Gücün bu etkenlere bağlı olduğu illüzyonunu doğuran ise somut, gerçek güç unsurlarının uzun yıllar “o” zümrede bulunmasıdır. Erkek, erkek olduğu için değil, uzun süredir o gücü tutup bu algıyı yarattığı için güçlüdür. Ve erkeklerin “güçlü” olduğu yerlerde tüm erkekler bir şekilde bu algıdan faydalanır. Oysa organize bir suç örgütünün başındaki, ya da büyük bir şirketin başındaki iyi bağlantılı bir kadın, benim diyen bıçkın erkeği rahatlıkla “ezer”. Çünkü gücü somuttur ve somut güç, algılanan, “maske” gücü alt eder.

Tabii bu “maske”lerin de kendilerini sürdürme yolları vardır. Yoksul ve somut güçten mahrum olsa da erkekler bıçkın tavırlar ve agresyonla bu maskenin algısını sürdürür. Bütün erkekler bunu yapmasa da yeterli çoğunlukta erkeğin bu algıyı sürdürmesi, inanılması için yeterlidir. Aynı şekilde kendini seks objesi, süs eşyası ya da aksesuar gibi yansıtan kadınlar da kadının “güçsüz” algısını sürdürür. Böylelikle erkek, karşısında kariyerli, güçlü bir kadın olsa da farkında olmadan “güçsüzlük” algısını ona yakıştırır ve güçlü kadının “zayıflıklarını” kollar. Böylece güçlü kadınların ufak zayıflıkları bile kadının zayıf olduğu algısını sürdürmeye yararken güçlü erkeklerin zayıflıkları mevcut algıyı bozmakta etkisiz kalır.

Evet, böyle bir algı vardır. Ancak başta da dediğimiz gibi soyut kavramlar her zaman lafla değiştiremez. Hele ki bunlar yüzyıllara dayanan ve çok geniş kitlelerce sürdürülen düşünce ve inançlarsa. O nedenle bir “eşitlik” yaratmak ülküsüyle bu algılara karşı açılan söyleme dayalı mücadeleler yel değirmenlerine saldırmaktan farksız, deniz tabanındaki kumu kale yapmak kadar imkansızdır. Algılar gerçeklerle temellenmiş ve kullanışlı oldukları için sürdürülmektedir. Bunun değişmesi için yeni bir gerçeklik yaratılmalıdır. Mevcut gerçeklik de kullanışlı bulunarak sürdürülmemelidir.

Kadınlar somut güce sahip olmalıdır. Ve kendilerini bireysel düzlemde mevcut güçlü/güçsüz algılarına yamamamalıdırlar. Bu açıdan bakıldığında büyük şirketlerin yöneticilerinin çoğunun erkek olduğundan yakınmak söz konusu güçsüzlük algısını sürdürmekten başka bir şey değildir. Gerçek güç söz konusu şirketleri kurmak ve o listeyi yavaş ancak sağlam bir şekilde değiştirerek mevcut algıyı tepeden aşağı bir biçimde dönüştürmektir. Aksi takdirde “peki” denilip tüm bu şirketlerin kadınlara teslim edilmesi bile dilencilik ya da daha hafif tabirle annesine ya da babasına ısrar eden şımarık bir çocuk algısı yaratacak ve haliyle kadınların güçlü olduğuna dair algının oluşmasına izin vermeyecektir.

Bu düşünceye direncin nedeni ise ne yazık ki bellidir. İnsanlar gerçekten de bu kolay yolu arzulamakta ve gerçekler söylendiğinde ve kendileriyle yüzleştiklerinde derin bir hayal kırıklığına uğramaktadırlar. Bu hayal kırıklığı da öfkeye, öfke de temelsiz ve saçma sosyolojik teorilere, garip ideolojik kuramlara dönmektedir.

Bu ideolojik zırvalara “güçsüz” addedilen diğer grupların “başarılı” üyeleri tarafından da değinilmektedir. Ortada bir engel yoktur. Sadece bazı insanlar yakınmayı, kendilerinden çok daha eski eşitsizlikleri bahane ederek hayatlarında anlamlı değişimi yapmanın sorumluluğunu almak istememektedir. Böylelikle tüm değişim çabaları lafta, dolayısı ile soyut düzlemde kalmaktadır. Mevcut önyargı ve algılar somut duvarlar olmadığı için de bu sözlerin ve boş ideolojik safsataların onları yıktığına inanılmaktadır. Nasıl olsa ortada sonuçları gösterecek çatlamış ve yıkılmaya hazır bir duvar yoktur. Bir şey kanıtlamak imkansızdır.

Ancak aynı ideolojik çırpınışların sürdürülmesi başarısızlığın ilanı gibidir. Ortada asla bitmeyen ve sürekli şekil değiştiren bir düşman yoktur. Sürekli kilosundan sızlanan ancak ağzını tutamayan, yürüyüş yapmaya erinen bir toplum ve bu sürekli “mücadeleden” ahlaksızca nemalanan kanaat önderleri ya da diyet tacirleri vardır.

Ne yazık ki bu mevcut algıları zayıflatacak mucize bir diyet, bilmemne suyu ya da bir telemarketing ürünü yoktur. Yapılması gereken derin bir nefes almak, nefse hakim olmak ve somut bir biçimde didinmektir.

Kendi sağlığı için, kendinden estetik olarak memnun olmak için bile kilo veremeyip yalnızca sızlanan insanlardan oluşan bu toplum belki de umduğumuz sosyal değişimlerin gerçekliği konusunda da bize ipucu vermektedir.
Omnissiah
Omnissiah
İnsanlık olarak dine olan ihtiyacımız hiç bitmedi ancak şekil değiştirdi. Şu anda anlaşılmayan mistik yönleriyle bilim, özellikle de astrofizik bu ihtiyacı karşılıyor. Bilimsel verilerle karşımıza büyük bir bilinmezlik ve rasyonel aklımızın kavrayamayacağı uçsuz bir gerçeklik sunarak bize mistisizmin sağladığı keyfi ve huşuyu pozitivizmin onayladığı bir şekilde yaşatıyor. Bu haz ve ona duyulan ihtiyaç, mistik olana duyduğumuz ebedi ihtiyaçtır.
Seks Üzerine
Seks Üzerine
Seksin aşağılama, iktidar gibi olgulardan beslenmesi. Bunları biz bilinçdışı olarak ekliyor olabiliriz. Tabulardan, tabuların yıkılmasına şahit olmaktan haz duyuyoruz. Ancak bu tabuları bizzat yıkmak istediğimiz anlamına gelmiyor. Şayet yıkarsak nasıl olsa yıkılmasından zevk alacağımız yeni tabular ve yeni fixler arayacağız. Bazı şeylerin hayal dünyasında, bir imge olarak kalması gerekli. 

Bedensel hazla zihinsel haz aynı şeyler değil. Bunları eşlemeye çalışmak zihinsel hazza ulaşma sıkıntısından daha büyük problemler yaratabilir.
İçimizden Geçen Dönem
İçimizden Geçen Dönem
Son zamanlarda yaşananlarla ilgili kısa vadeli, kişi ve olay odaklı bir incelemeye girmemi bekliyorsanız sağ üstteki (Mac kullanıcıları için sanırım sol üst) çarpıya uzanabilir ve pencerenizi kapatabilirsiniz. Bu tarz kısa vadeli yorumlar internette bolca mevcut ancak ben, eksikliğini hissederek, biraz daha geniş bir açıdan bakmayı tercih ediyorum. Burada tabii bir üçkağıt da var. Makro takıldığımız zaman ıncık cıncık örnekleme, alıntı gibi dertlerimiz olmuyor ve çok daha flu bir düzlemde sallayabiliyoruz.

Yıllardır yazdığım her serbest yazının dönüp dolaşıp geldiği yer insanlık olarak içinde bulunduğumuz geçiş dönemi. Bu, benim at gözlüklü bakış açımın bir tezahürü olabilir. Ancak her gelişmede merakla yazılanlara baktığımda yaşadığım hayal kırıklığının daha büyük bir etkisi olduğuna inanıyorum. Henüz geniş kitleler tarafından tartışmaya açılmadığından da bu geçiş dönemini belirtmek için bir sıkıntı, hatta tutku, duyuyorum. Sıkıntım zaman zaman kendini gündelik uğraşlarımı etkileyen dev bir bunaltı olarak gösteriyor. O yüzden konu üzerinde sınırsız rant eylemek biraz da kişisel bir terapi. 

Belki de bu nedenle farklı konular üzerine yazdıklarım istemsizce aynı nakaratı taşıyan spiral bir yapı oluşturuyor. Fakat bu bilinçsiz durum sanırım alakasız gibi gözüken pek çok sorunu birbirine bağlayan bir düzen ya da altyapıyı da işaret ederek savımı güçlendiriyor. Zira ilişkiler üzerine yaşadığımız hayal kırıklıkları da siyasi sorunlar da günlük hayatımızda kaybettiğimiz (ve canımızı kayıp ev anahtarı kadar sıkan) anlamlar da aynı kapıya çıkıyor: İçinde bulunduğumuz geçiş dönemi ve yarattığı yapı bozumu.

Müfredattaki tarih derslerinden de bildiğimiz üzere insanlık olarak kimi geçişler yaşadık. Bu geçişler saygısızca yaşanıp bittiğinde bize de sınavlarda sorulacak sıkıcı maddeler kaldı. Ancak bir bilim olarak tarihin omuzlarına yüklenen sorumluluklardan biri de bu yaşanmışlıklardan belli dersler çıkarmak ve ileriye dönük bir projeksiyon oluşturmak. O yüzden üstünkörü bilgilerimize dönüyoruz.

Yaşanan geçişler her ne kadar kitaplarda üniteler halinde sayfa aşırı karşımıza çıksa da bizim sayfa çeviri hızımızla yaşanmadı. Hepsi uzun, sancılı ve çoğunlukla da kanlıydı. Yaşanan ve milat olarak kabul edilen olaylar da aslında tabiri caizse seks, döllenme ve 9 aylık bir hamilelik sürecinin ardından gelen doğum anıydı. Örneğin salt Fransız Devrimi yüzünden mutlak monarşiler yıkılmadı. Belli bir sancılı sürecin ardından kaçınılmaz bir patlama yaşandı ve ardından henüz bir bebek olan yeni bir dönem kucağımıza düştü. Bu dönem büyüdü, ergenliğini yaşadı ve ulus devlet kavramı olarak yetişkinliğine erişti. Ulus devletin halvetinin ve geçirdiği hamileliğin ardından da başka bir sancılı dönemle İmparatorluklar yıkıldı, siyasi yapılar şu an az çok tanıdığımız hallerine evrildi. (Burada benim de canım sıkıldı, bugün havamda değilim sanırım.)

Tabii bunlar sevdiğim ve başta değindiğim gibi üstünkörü milatlar. Hala tarihçilerin, sosyologların anlaşıp “budur” dediği noktalar değil. Ancak her ne kadar kesin bir kerteriz noktası alamasak da “dönemin ruhu” diye şiirsel bir şekilde geçiştirebileceğimiz sosyolojik, ekonomik ve siyasi etkilerin ortak izdüşümlerinin olduğu dönemler. Ve her ne kadar sıkıcı maddeler sıralayabilsek de yaşanmışlıkların, insan hayatına olan izdüşümleri bilmediğimiz zaman empati kuramadığımız şeyler. E gündelik hayat düzlemine inemeyip empati kuramadığımız zaman içinden geçtiğimiz dönemi nasıl yorumlayacağız? Enter sanat.

(Endişelenmeyin, sanat güzellemesi yapmayacağım ki zaten çok abartılacak bir tarafı yok.)

Shakespeare Abi döneminin adamıydı. Hayır Rönesans değil. Rönesans’a geçiş döneminin. Bu kadar ünlü olup herkes üç-beş eserini bildiği için konumuz açısından şahane bir örnek.

Üniversite hocalarımdan Yavuz Pekman’ın bana “aa harbi lan” dedirten muhteşem yorumlamasını aktaracak olursam (ki kendisini koşulsuz babalamıyorum, sonuçta Zeitgeist izleyip abidik komplo teorilerini derste bize satmaya çalışan bir insan, ancak alanında tek geçilir) Shakespeare aslında tutucu ya da kibarca şüpheci bir yazardır. Orta Çağ yapılarının yıkılıp yeni bir dünyaya geçildiği bir dönemin adamıdır. Ve bulunduğu noktada YENİ ÇAĞ FUCK YEAH demez. Herkesi sakin olmaya çağırır ve dönüşümün getirebileceği olumsuzlukları oyunlarında örnekler.

Örneğin Macbeth, mutlak monarşi, tanrının bahşettiği hükmetme, babadan oğula krallık gibi geleneklerin yıkıldığında olabilecekleri örnekler. Macbeth sırasını beklemez, kralı öldürür. Tam bir Rönesans adamı olarak ilahi kuralları hiçe sayar. Ancak korkunç bir vicdan azabı ve korku ile krallığı felakete sürükler ve cezalandırılır. Romeo ve Jülyet’te hormonları azan gençlerimiz ailelerinin kurallarını hiçe sayar. Yasak bir aşk yaşar ve sonunda talihsiz bir şekilde rahmete kavuşurlar. Othello’da siyahi ve gayri-hristo abimiz nüfuz kazanır; beyaz, Avrupalı, soylu bir kadınla evlenir. Ancak “vahşi” doğasına, biraz da manipülasyonla, yenik düşerek karısını öldürür. Geleneklerin, düzenin ve racial purity’nin bozulması bir kez daha cezalandırılır.

Örnekler çoğaltılabilir ancak ana fikrin anlaşıldığını düşünüyorum. Tabii burada Shakespeare (ya da Oxford Teorisi’ne göre bu mahlası kullanan her kimse) bahsi geçen “yeni tehlikelidir” mesajını kör göze parmak vermez, insan doğasının kusurlarıyla aktarır. Fakat burada yaşanan geçişin doğasını anlamak elzemdir. Çünkü Orta Çağ’ın ana fikri uyarınca “Tanrı’nın Koyun”u olan insan, Rönesans’la özgürleşmekte ve ilahi yargılardan kurtulmaktadır. Shakespeare ise “ok kurtulsun iyi güzel de bu insan denileni salarsak böyle trajedilere de neden olabilir” demektedir. (Hatta son oyunu Fırtına’da gene çağının coğrafi keşiflerine şüpheyle yaklaşan bir proto-kolonizasyon eleştirisi de gözlemlenmektedir fakat orası konuyu sulandırmadan başka bir yazıya kalsın.)

Şimdi ben bunu niye anlattım?

Özetle insanlığın geçirdiği dönüşümler kimi siyasi, ekonomik ve sosyolojik maddeler şeklinde olmuyor. Mutlak bir biçimde, gündelik hayatın her noktasına etki edecek bir şekilde gerçekleşiyor. Bunları içinden geçerken göremiyoruz ve fakat etkilerini hissederek huzursuzluk duyabiliyoruz.

Ve o huzursuzluklar gerçek, kanlı çatışmalara dönüyor. Orta Çağ geride kaldığında kendimizi huzurla Rönesans’ın kollarına bırakamıyoruz. Din gücünü yitirince Reform yaşanıyor. Eski yapılar çok kanlı süreçlerle dönüşüyor ve değişiyor. Bazı olumsuzlukları geride bıraktığımız gibi yeni olumsuzluklara da yelken açıyoruz.

Haliyle dönüşümden korkmamız normal ve dediğimiz gibi her doğum sancılı. Peki içinde bulunduğumuz durum ne? Çatışmalar neyin çatışması?

Her ne kadar kendimizi 21.Yüzyıl’da sayıp çok daha ilerde sansak da aslında kabaca 150 yıllık bir dönemin sonuna yaklaşıyoruz. Bu modernizmin tamamen yıkılması. Kurduğu ve bildiğimiz yapılarının, alıştığımız düşünce yapısının yavaşça yok olması.

Modernizm dediğimiz, Batılı bir anlayışla, şu an sahip olduğumuz sistemlerin bir bütünü. Devlet dediğimiz yapı, ekonomi ya da finans diye bildiklerimiz, bilim ve tekniğin üstünlüğü hep modernizmin izdüşümü. İşlevsellik, sürekli değişim ve gelişim, insanın doğaya karşı mutlak zaferi, daima ileri ve daha iyiye gitmeyi hedefleyen faydacı bir anlayış. Kulağa güzel geliyor ancak kazın ayağı biraz perdeli.

Şu an yaşanan çevre krizini yaratan, nükleer silahları yapan, 20. Yüzyıl’ın ilk yarısındaki faşizmi yükselten de dünya savaşlarını çıkartan da aynı anlayış. Sahip olduğumuz üretim ve tüketim alışkanlıklarını da. 

-Çok hızlı üreten makineler yaptık? 
-E güzel. 
-Yalnız milletin alamayacağı kadar çok üretiyoruz. 
-O zaman talep yaratalım? 
-İyi de nasıl? 
-Pazarlayalım? 

Diyalogu ile bildiğimiz, ihtiyacımız olmayanı satan reklamcılığı yaratan da. Hala düzgün çalıştığı halde yeni telefon aldıran da. Çalışan telefonu güncellemeyle çalışmaz hale getiren de.

Modernizm için bir fikir ya da ideoloji diyemeyiz. Tıpkı Rönesans’a bir fikir ya da ideoloji diyemeyeceğimiz gibi. Modenizm daha çok bir oluş hali. Geçirilen toplu dönüşümlerin ana teması. Her haliyle bireyin zihnine kazınmış bir dersler bütünü. Kendimizi işe yaramaz hissettiğimiz vakit canımızı sıkan his. Verim ve işlevselliğe bir tanrı misali tapınmamızı sağlayan inanç. Haliyle her şeyi şekillendirirken birey olarak nasıl düşünüp, yorumlayıp, hareket ettiğimizi de biçimlendiren bir etki. Madde odaklı bir düşünce sisteminin son noktası, nirvanası.

Ancak modernizm tam da bu özelliklerinden dolayı neredeyse yerini sağlamlaştırdığı zamandan, yani 20. Yüzyıl başlarından beri kendi eleştirisini, yapı bozumunu da büyütüyor. Bu da günümüzde süren mücadelenin kazanan tarafı, modernizmin sunduğu Batı odaklı, Aydınlanma kaynaklı, maddeci her şeyi eleştiriye açan ve yıkmaya çalışan post-modernizm.

Post-modernizm de aslında bir ideoloji ya da bir duruş diyemeyiz. Her ne kadar ota boka eklense de o da bir oluş hali. Zaten doğası gereği karşıtlıktan doğduğundan kendi içinde yapılı bir şey vadetmeyen bir tanım. Yalnızca modernizmin ötesindeki boşluğu, duvarlarının yıkıldığı anı müjdeleyen bir arzu. Modernizme karşı duyulan bir hayal kırıklığı.

Batı merkezli kurumsallaşan sanat ve düşünce dünyasına karşı çıkan avant-gardelarca müjdelenen ve modernizmin çirkin yüzünü gösterdiği dünya savaşları ve yükselen faşizmle güç kazanan post-modernizm, 20. Yüzyıl’da gelişen teknoloji sayesinde oldukça hızlandı. Çünkü insanlar teknoloji sayesinde daha fazla tanık oldukça ve iletişimle bilgi birikimi katlanarak arttıkça gelişim, modernizmin öngördüğü sınırlar içerisinde sınırlı kalamayacak bir ivme kazandı. Farklı kültürler etkileşime geçti, son birkaç yüz yıldır Batı’dan akan kültür tersine akmaya başladı. Düşünce denen şey çok daha hızlı yayıldı ve belki de en önemlisi insanlık olarak ilk defa bizi modernizme getiren ivmenin sınırlarını gördük. Dünya bitti. Keşfedilecek yeri kalmadı. Modernizmin öngördüğü sonsuz büyüme ve genişleme sınırlandı. Ve insanlık kendine dönerek sürekli sınırlarını zorlatan (evet, zorlatan) bu kavramı sorguladı.

Faşizm yerildi. Ardından savaş anlamsız bulundu. Irkçılık da oldukça kötü bir şeydi. Kadınlar erkeklerle eşit haklara sahipti. Din o kadar da önemli değildi. Sanatın o kadar katı, keskin kuralları yoktu. Sarhoş bir ressamın karalamaları en görkemli müzelerde, beş yüzyıllık eserlerle sergilenebilirdi. Enstrüman çalmayı bilmeden de rock yıldızı olunabilirdi. Doğum riski olmadan seks mümkündü. Dahası ayıplanmadan her cinsten insanla seks mümkündü. Devlet kavramı biraz saçmaydı. Aile de biraz abartılıyordu.

Son paragrafa kadar yapılan tanım ve verilen örneklerden her ne kadar modernizm içinde olduğunuzu düşünmüş olsanız da aynı zamanda bir o kadar da post-modern bir zamanda yaşamaktayız. Aydınlanma Dönemi’nden beri getirdiğimiz ve modernizmle zirvesini yaşayan çoğu düşünce gücünü kaybetti. Hatta Aydınlanma ve modernizmin köklendiği, dünyaya hükmetmemizi sağlayan bilimin en vazgeçilmez temellerinden Newton Yasaları bile Kuantum Fiziği’nin belirsizliğiyle tanıştı.

Hepsi kâğıt üzerinde güzel gelebilir. Ve kendimizi bu değişimin kollarına bırakabiliriz. Ancak bırakamıyoruz. Çünkü tıpkı Shakespeare gibi, hatta daha şiddetli bir şekilde korkuyoruz.

Çünkü bu sefer içinde bulunduğumuz değişim süreci kimi fütüristlere olağan gelse de aslında diğerlerinden farklı. İlk defa böyle bir hızla dönüşüyoruz. Ve ilk defa yavaş yavaş yüzyıllardır yaşadığımız gelişimi tüm yapılarıyla rafa kaldırmaya hazırlanıyoruz. Bundan önce teknoloji ve keşiflerin getirdikleri üretime dayalı sistemler, bu sistemlerin oluşturduğu sosyal yapılar ve iktidar odakları yavaşça, üzerlerinde yapılan çözümlemelerle dönüşmüşken artık bu durumdan söz edemiyoruz. Felsefe ile yorumlama yetimiz hıza ayak uyduramıyor. Gelişmelerin insana ve genel olarak insanlığa etkisini kestiremiyoruz.

Bu, toplu bir dönüşüm. O yüzden olumlu gelen tarafları olduğu gibi bizi rahatsız eden yanları da var. Örneğin geleneksel aile yapısının, cinsel kimliklerin bozulmasını kutluyor ancak yaşadığımız yalnız hayatlardan rahatsızlık duyabiliyoruz. Aynı şekilde sosyal medyanın verdiği iletişim imkanlarından mutlu iken bir bakanın sokak ağzıyla konuşmasına isyan edebiliyoruz. Anlaşılması gereken ne yazık ki dönüşümün seçmemize izin vermediği. Bozulan yapıların kimi olumlu özellikleri de yanında götüreceği.

Kısa süre önce yaşadığımız, (süper faydacı hiper-modernist anlayışın bozulup, groteskleşip adeta post-modern bir karikatüre döndüğü) finans sistemiyle ilgili yaşanan Gamestop “hareketi”, önümüzdeki zamanlarda sıklıkla karşımıza çıkacak “yıkılan yapılar”a bir örnek. Aynı şekilde ABD Başkanlığı kurumunu alay konusu haline getiren, saçma açıklamaların adamı Trump da. Trafik kazası sonrası live video’yu kesmeyip kafası yarılmış, ölü kız kardeşinin yanında poz vererek yayına devam eden kız da.

Post-modernizmin uzun yıllar içerisinde oluşmuş kimi kurum, yapı ve olguları yıkmasında şiirsel bir taraf buluyorum. Ancak bunun ne kadarının yukarıda değindiğim gibi modernizmin kendi yarattığı hıza ayak uyduramayarak grotesk bir post-modern mutanta dönüşmesinden kaynaklandığını kestiremiyorum. Burada ikisinin bir çatışması da olabilir, modernizmin kendi kendini yiyerek intiharı da. 

Özetle değişim giderek hızlanacak ve şiddetlenecek. (Hatta geçen pandemi sürecini yaşanacak değişimler için ufak bir prova olarak da görebiliriz.) Bildiğimiz çoğu şey, adapte olamayacağımız bir hızla değişecek. Değişimin yarattığı korku bir tepki olarak dünyayı etkisine alan muhafazakâr yönelimleri daha da arttıracak. Bu nedenle çok da uzak olmayan bir gelecekte kanlı ve tatsız olaylar yaşayacağız. Ancak dediğimiz gibi kan doğumun fıtratında var.

Bu doğumu farklı kılan ise hızı. Artık bir fare gibi hızla ve çok doğuracağız, o çocuklar da hızla büyüyüp yeni doğumlara sebep olacaklar. Çünkü bu sefer değişim insanlık olarak alışık olduğumuz hızda, önceden gelenlerin üzerine ekleyen, yalnızca belli yapıları değiştiren bir şekilde değil. Tüm sosyal yapıları etkileyen topyekûn bir güçte. Sindirmeye, üzerinde fikir üretip toplum mühendisliği yapmaya izin vermeyecek bir süratte. 

Dahası belki de ilk defa insanlık olarak gelişimimizde “hep ileri” diyemeyeceğimiz bir engelle birlikte: Şu ana kadar doğayı kullanarak, dünyayı daha da küçülterek, daha çok kaynak çıkartarak yarattığımız büyüme modelini de uygulayacak gibi görünmüyoruz. Eli kulağında olduğu söylenen kimi çevre felaketleri ile daha da karamsar bir tabloya doğru yelken açıyoruz.

Materyalist okuma sevenler buna kapitalizmin çöküşü diyebilir. (Ki değil.) Spiritüel takılanlar kimi eski mitler ya da new-age saçmalıklardan isim beğenebilir. Ancak ben bunun insanlığın üzerine ekleyerek getirdiği modernist anlayışın kendi kendini tüketmesi olarak görüyorum. Her ne kadar ciddi endişelerim olsa da insanlığın yüzyıllar boyu üstüne ekleyerek getirdiği bazı yapıların altının boşalmasını biraz da heyecan verici buluyorum. Fakat gene de malzememiz insan olduğu için çok da büyük hayaller kurmuyorum. Zira kriz zamanlarında ilkelleşmek ve batıl olana sığınmak da bir insanlık geleneği. 

Siz her halükârda kemerlerinizi bağlayın. Gündelik sıkıntılarınızla taçlanan varoluşsal huzursuzluğunuzun teşhisini koyun. İçine doğduğunuz dünya ile öleceğiniz dünyanın alakası olmayacak.

Elimde ise bir reçete yok. Ancak ne işe yarayacağını bilmesem de Alvin Toffler’den bir söz var: Geleceğin cahilleri bildiklerini hızla unutamayanlar olacaktır.

Ya da bunun gibi bir şeydi. 

Nolan Kurgulu Bir Nolan İncelemesi
Nolan Kurgulu Bir Nolan İncelemesi
Öncelikle Tenet vasat bir film. Bunun sebeplerini Nolan sineması ve eksikleri üzerine konuşursak daha net anlarız gibi geliyor.

Nolan “bilim kurgu”ya ve çizgisel olmayan anlatıya yatkınlığından dolayı post—modernist zannedilse de modernist, geleneksel bir hikâye anlatıcı. Zamanla da yalınlaşması bu öze yaklaşmasından. O yüzden anlaşılmadığı için can sıkılacak bir durumu da yok. Yüzeydeki hikâyenin yalınlığının takibi yeterli ki zaten yüzeyin altında da verilen ağdalı mesajlar yok. Karakter çözülümlerini ekonomik ifadelerle vermeyi sevdiğinden zaten iyi oyuncularla çalışıyor ve olay o nüanslar. Daha önce de yazdım, büyük zanaatkar. Dunkirk’te kumsaldaki cesetten botun alındığı ana kadar uzayan o diyalogsuz sekans bayağı film okullarında okutulacak kalitede. Öven sinemacılar, geçtiğimiz on yılın en iyi filmi diyenler de bu detaylardan dolayı diyor çünkü işçilik son seviyede. (Aynı zamanda birazdan değineceğim exposition problemi açısından da güzel bir örnek çünkü karmaşık bir konsept anlatmak zorunda hissetmediğinde nasıl diyalogsuz aktarım yapabileceğini de gösteriyor.)

İnsani açıdan yeni, farklı şeyler söyleyen, bunu amaçlayan biri olduğunu düşünmüyorum. İlgi çekici bir konsepti kusursuz işçilik ve yalın bir mesajla veren bir abimiz. İkinci Dünya Savaşı’nın önemli bir olayını düşmanı hiç göstermeden, kan, bağırsak şovu yapmadan ve bir şekilde o gerilimi hiç azaltmadan bu kadar steril anlatıp yepyeni bir anlayış getirmek her babayiğidin harcı değil. Zaten o yüzden 1914 mü 1917 mi ne gibi gimmick filmleri bir ayda unuturken hala Dunkirk üstüne konuşuyoruz. Bir önceki filmi buyken “çok bozdu yhia” demeden önce biraz rispekt.

Gelelim şanslı olduğu taraflara. İlk olarak birlikte çalıştığı kardeşi Jonathan Nolan çok iyi bir senarist ve yazar. İkinci olarak karısı çok iyi bir prodüktör. Yani hem o çetrefilli gözüken olay örgüsünü genel izleyiciye sunacak bir hale getirmede hem de yapım sürecinin yağ gibi akmasında avantajlı. Hatta büyük prodüksiyonlara rağmen bütçenin hem altında kalıp hem de zamanından önce teslim etmesi gibi bir özelliği var. Bunlar hep karısının ve programlamasının sayesinde. O yüzden de yapım şirketleri kendisini çok seviyor ve biraz nazı geçiyor. Bu avantajlar ve zaten iyi bir sinemacı olması çok çok iyi oyuncularla çalışmasına da olanak tanıyor. Ucuz, cheesy olmayan büyük bütçeli bir işte, sarkmayan, sorunsuz bir yapım takvimiyle çalışmak isteyen, orijinal senaryolarını beğenen oyuncular haliyle her teklifine atlıyor. Kişilik olarak da kaprissiz, akarı kokarı olmayan biri.

Ancak elindeki tüm imkanlara rağmen sıçtığı noktalar var. Fakat bunların ne kadarı şanssızlıklardan ve kısıtlamalardan ne kadarı kendinden kaynaklı kestiremiyoruz. Memur ruhlu bir zanaatkar olduğundan bu tartışmalara girmiyor. İşini yapıp sonraki projesine geçiyor.
İlki kadın cast konusundaki tuhaf tutumu. Nedense tüm Nolan filmlerinde kadın cast filmin en zayıf halkası oluyor. Kadın oyuncuyla mı çalışamıyor artık n’apıyor bilemiyorum. Dunkirk’ün en iyi işi olarak görülmesi, Dark Knight’ın tek kusurunun Maggie Gylenhaal sayılması sanırım bundan kaynaklı. (Katie Holmes’la anlaşılamaması başka bir şanssızlığı; Maggie çok daha iyi bir oyuncu olsa da SW’daki Ben Quadrinaros’a benzeyen haliyle “hello beautiful” diye övgü düzülmesi insanı filmden biraz koparıyor.) Kadın hikayesi anlatamıyor, buna çaba bile göstermiyor. Kadın karakterler ancak hikâyeyi ileri götüren bir aracı oluyor. Ya ana karakterimiz “kadını” kurtarmaya çalışıyor ya da “kadınına” kavuşmaya çalışıyor. Kadın sevildiği için bir şeyler oluyor genel olarak. Bunu başta dediğimiz muhafazakâr tutuma da bağlayabiliriz ancak şoven bir tarafı olduğunu şahsen düşünmüyorum. Bence “kafası basmıyor.” İyi bilmediği sularda da yüzmüyor.

İkinci sorunu ise exposition denen, olay örgüsünü ya da hikâyeyi salağa anlatır gibi veren diyaloglar. Bu sanırım büyük bütçeli yapımlar için biraz kaçınılmaz. Burada da yan karakterler karakter olmaktan çıkıp hikâyenin anlaşılması açısından seyircinin kafasında sorduğu soruları seslendiren araçlara dönüyorlar. Fakat dediğim gibi zanaat devreye girdiğinden bu durum çok da rahatsız etmiyor.

Şanssızlıkları da yok değil. Mesela Knightfall hikayesi ile başlamış bir Batman hayranı olarak Dark Knight Rises’ı bir kez sinemada bir buçuk kez de evde izledim. Film kötü. Açılış sahnesinde tiye alınan aşırı saçma diyaloglar var. Marion’un inanılmaz komik ölüm sahnesi var. Anlamsız bir hikâye var. Ancak dediğim gibi dev bir şanssızlık da var. Heath ölünce Nolan üçüncü filmi çekmek istemiyor. Stüdyo ise sözleşmeler uyarınca Nolan’a baskı yapıyor. Bu yetmezmiş gibi Marion’un hamileliği de prodüksiyon sürecine denk geliyor. İsteksiz seksin sonucu olarak da bu film doğuyor ve Tenet bu filmin kötülük konusunda eline su dökemez.

Farkındaysanız teknik bir şeyden bahsetmedim. Çünkü buralarda eksik yok. En iyi müzisyenlerle, kamera ekipleriyle, set ekipleriyle, catering firmalarıyla çalışıyor. Bir zahmet iyi olsun. Gözü de var, güzel çekiyor. Fakat şikayetleri de anlıyorum. Yalnız bu adam slice of life tarzı hikâye anlatacak, insan duygusu verebilecek biri değil. Derin bir duygusal dalgalanma yaşanması güç. Mantık yüceltilerek kurduğu sinemasında karakterlerin itkileri de bu mantıkla, hafif otistik spektrumda, kuruluyor. Neden intikam alması gerektiğini, neden oraya gitmesi gerektiğini “biliyoruz.” Bunları hissedemiyoruz. O yüzden eleştirilerin temel noktası, doğru gittiğinde en güçlü, yanlış gittiğinde ise en zayıf noktası, hikâye ve mantık üzerine oluyor. O da bunu bildiği için varını yoğunu teknik kusursuzluğa, kusursuz mantığa harcıyor. Savunan fanboyları da “anlamadınız” diyor çünkü filmlerinin kurulmaya çalışılan bu mantık ötesinde aman aman bir yönü yok.

(Ki bu durum aslında çok daha geniş çaplı bir probleme delalet. Genel izleyici özellikle geçen yirmi yıl içerisinde ciddi bir “mantık” saplantısı geliştirdi. Filmler de bu nedenle bazı şeylerin sanatsal kaygılardan yapılabileceğini düşünmeden yorumlanıyor. Sebep olarak artan kifayetsiz muhteris niteliklerin, deneyimlemeden çok bilip yorumlama arzusu yaratmasını da gösterebiliriz, filmleri sürekli mantık hatalarına göre yorumlayan popüler youtube kanallarını da. Hatta duygudan uzaklaşan bu anlayış artık tek geçer akçe. Eğer yapımınızın deliksiz bir olay örgüsü varsa yorum geçirmez oluyor. Farkı görmek için 80ler ve erken 90lar sinemasından gişe rekortmeni filmlere bakabiliriz. Full gaz, full duygu sömürüsü. Şu an bu duyguların üstünde olmak, “altı üstü bir film”den dolayı duygulanmamak bir üstünlük sebebi, bir kişisel kontrol başarısı ve zekanızın mutlak kanıtı.)

Bir cümleyle özetlenebilecek net konseptleri aslında yine yalın bir olay örgüsüyle acele etmeden veren Nolan’ın Tenet’te sıçtığı noktalar da bunlar. Tek cümleyle özetlenecek o güzel konsept burada yok. Sinemasının genel eksikleri tavanda. Her zaman dayandığı, isimli oyuncular yerine filmi götüremeyen bir başrolü var. Elde ise yalnızca baştan çok da etkileyici gelmeyen “konseptin” evreni içinde iyi kurulmuş mantığı ve hikayesi kalıyor. O da önceki işlerinin yanında zayıf ve albenisiz.

Nolan nasıl ibreyi yükseltir? Bence bu saatten sonra bu sayılan niteliklerin değişmesi zor. O yüzden bambaşka bir anlayışla yeni bir film yapacağını sanmıyorum. Ancak çok aranıp, aşırı orijinal bir konsepti yine güçlü taraflarını kullanarak işlerse “yine yapmış” dedirtir. Kendi “hikaye”lerinden çıktığı zaman en iyi işlerini verdiğini düşünürsek gene Batman gibi bir IP’ye yamanması ya da Dunkirk gibi alışıldık bir biçimde aktarılabilecek bir hikayeyi kendi tarzıyla yorumlaması güzel olur.

Özetle Nolan bir sinema sanatçısından çok yetenekli bir sinema işçisidir. Hatta bir yanıyla kendi elini sürmese de en iyi mühendisleri ve fikir adamlarını ekibinde toplayıp ipod ve iphone’u yaparak bir mesih muamelesi gören Steve Jobs’u andırır. Sanatın her anlamıyla o romantik tınısını yitirdiği bir çağın sinemadaki izdüşümüdür. Şiir değil, dili sadeleştirilmiş bir bilimsel makaledir.

İlk Hikaye
İlk Hikaye
Dişlerimin arasına kaçan kökü dilimle temizledim. Acı tadı, dilimin ucunu ve genzimi yakıyordu. Etkisini göstermesini hızlandırmayı umarak ağzımda biriken parçaları emmeye başladım.

Başrahip kökü günbatımında vermişti. Dualar eşliğinde başımı okşamış, yolculuğa çıkışımı hızlandırmak için omuzlarıma ağır bir kaftan geçirmişti. Kürklü kaftanın ağırlığı bedenimi, törenin sorumluluğu da ruhumu eziyordu. Yolculuğa çıkmak için çabalayan aklımın bir kısmı, gidememe korkusuyla batan güneşe, gitgide kararan stebe ve etrafımda bekleyenlerin uzayan gölgelerine tutunuyordu. Güneş ufka değerken rahip, tören için kurulan devasa yurdun girişini sıyırarak beni içeri yöneltti.

Yurdun içi bayıltacak kadar sıcaktı. Harlı ateşin ısısı, içeride bekleyen ahalinin nefesiyle nemlenmişti. Odunun kokusu, keçeye, gübreye, otlara, tere karışmıştı. Sıcakla birlikte aklımın bulandığını hissediyordum. Gölgeler daha kara, ateş daha parlak olmuştu.

Köy ahalisi yurdun karanlık kenarlarında dizilmişti. Yalnızca ateşin parlattığı yüzleri ve tören için giydikleri kaftanların işlemeleri seçiliyordu. Üç basamak halinde çıkan sıralara oturmuşlardı. Sert ifadeli babalar en üst, meraklı gözleri ışıldayan kızlar orta, karalar içinde, boynu bükük analar ise en alttaydı.

İçeri girmemle birlikte küçük kızlar heyecanla bana baktı. Babalar ise ifadelerini bozmadan göz ucuyla süzdüler. Gölgeler arasında hafifçe vurulan davulun ritmi hızlandı. 

Gözlerim yolculuğa çıkmamı kolaylaştırmak için gerilmiş kilimleri aradı. Öte uçta ateşin alazladığı dokumalarını seçtim. Binlerce kez dinlediğim İlk Hikaye’ye ilk kez görüyormuşçasına bakmaya başladım.

Aklım yurdun kazıkları gibi çakılıydı. Her yerimden ter boşalıyordu. Zaman yavaşlamıştı. Ayaktaydım. Ancak yeri hissetmiyordum. Bakıyordum. Ancak önümdekini göremiyordum. Oradaydım. Ancak ardımdan içeri süzülen rahibi hissedemiyordum. Bir şekilde biliyordum.

Rahip kollarını kaldırdı. Davul son kez vurdu. Yurdun içinde odunların çıtırtısı dışında tüm ses kesildi. Alevlerin dansı yavaşlayıp bir sonsuzluk kadar oynaştı ve rahip en az bir o kadar konuştu:

"Tanrıça toprağa indi!"

Alazları taklit etmeye, dansetmeye başladım. Hareketlerim bal kadar yavaş akıyordu. Ama aslında çılgınca tepindiğimi biliyordum. Aklımın çakılı olduğu son kazık da uçtu. Zaman geriye doğru akıyordu.

İlk kadın göklerden gelmişti. Güneşin ateşini, yıldızların ışığını yer yüzüne getirmişti. Orada beni buldu. Bana göklerin ilmini öğretti. Yer yüzünü onla kurduk. İlk koyunları onla güttük. İlk çocukları birlikte yaptık.

Beni, yer yüzünün ilk sahibini, eş gördü. Göğü ve yeri birlikte yönettik. Çocuklarımız tevazuyu ondan öğrendi.

Ancak bu kadına yetmiyordu. Yer altına inmek, oranın gizemlerini de öğrenmek istiyordu.

Rüzgarın sert estiği, çimlerin rüzgarla tokatlandığı kuzguni bir sabah yer altına inen o dipsiz kuyunun başına gitti. Benim cesaret edemediğime göze almasından dolayı onu kıskandım. Göğü de yeri de altını da benden iyi bilecek olmasına öfkelendim.

Yer yüzünün bütün nimetlerini kuyunun başına getirdim. Sütü ve şarabı içtik, balı ve ekini yedik. Onu kandırmaya çalıştım. Nimetlerle, çocuklarına olan sevgisiyle aklını çelmeyi denedim. Ve beni reddetti.

Geri döneceğini, yeri ve göğü birlikte yöneteceğimizi söyleyerek beni öptü. Onu kuyuya iterken bağırdım:

"İki gök olamaz!"

Yuvarlanarak düştü ve kuyunun kenarına tutundu. Gözlerime ne göğün ne yerin ne de altının bilmediği şekilde baktı. İlk kadın böylece yerin altında ölümü öğrenmeden önce ihaneti, kıskançlığı, korkuyu ve zulmü öğrendi. 

İşte bu yüzden kötülükler yerin altından gelirken, ölüler de hep yerin altına gitti.

Tanrıçanın kuyudan yuvarlanmasını izlerken gözlerim karardı. Sendeleyerek dengede durmaya çalıştım. Gözlerim yurdun ışığına alıştı. Kaftanımı üzerimden atmış olmama rağmen ter yüzümden akıyor, dudaklarımın kenarından ağzıma doluyordu.

Başımı doğrultuğumda neredeyse öfkeli bir sabırsızlıkla bana tepeden bakan rahibi gördüm. Hiç konuşmadan anlattığım hikayemi ve töreni sona erdirmek için doğrularak kollarımı iki yana açtım ve bağırdım:

"İki gök olamaz!"

Aynı anda suratlarını buruşturan babalar, altlarında oturan kızlarını sert bir biçimde en alt basamaktaki annelerinin kollarına attı. Kanaması başlamış kızlar, babalarının sevgi dolu kucağını son kez hissettiklerini bilmeden birer kadın oldular.

Rahip, töreni bitirebilmemin takdiri ile gülümsedi ve bana su dolu bir deri uzattı.